Çoruh Söyleşileri; Zülfü Livaneli’nin Babası Mustafa Sabri Livaneli..

Çoruh Söyleşileri; Zülfü Livaneli’nin Babası Mustafa Sabri Livaneli..

Bu haber 3351 kez okunmuş ve görüntülenmiştir.

Ünlü sanatçı ve yazar Zülfü Livaneli’nin babası ile konuşup, Artvin’le olan bağlarını öğrenmeyi düşünüyordum. Ankara’da yaşadığını duymuştum. Ama bir türlü adresini, telefonunu öğrenip, arama olanağını bulamamıştım.

 

Kasımın son günlerinde GAP TV’de “Anahtar” isimli programa katılmıştım. Artvin sorunlarının tartışıldığı bu programa, İstanbul’dan Zülfü Livaneli de çağrılmıştı. Çekimler öncesi kendisiyle kısa görüşme olanağı buldum. Kafamdaki yoğun duyguları aktardıktan sonra babası ile konuşmak istediğimi söyledim. Telefonunu vererek iletişim kurmamı önerdi. Bu arada, Artvin sorunlarına gösterdiği ilgi ve Kafkasör’deki konseri için kendisine teşekkür ettim. Ayrıca, Ankara’daki 7 Mart şenliklerine destek olup olamayacağını sordum. Yurtdışında olmadığı taktirde memnuniyetle katılabileceğini belirtti. İki yıl önce çağrılmanıza karşı yanıt bile vermediniz yolundaki sitemime, itiraz etti. Kendisine haksızlık yapıldığını, 7 Mart’la ilgili bir davet almadığını, yurtdışında bulunduğu sıralarda gelen faksları inceleyip yanıtlayamadığını, bu nedenle de kendisinin haberi olamayacağı belirterek üzüntülerini dile getirdi.

Ertesi gün babasını aradım. Görüşme isteğimi memnuniyetle kabul etti. Bahçelievler’deki evlerinin zilini çalınca kızları Seyhan Hanım karşıladı beni. Ardından Mustafa Sabri Bey içeri buyur etti. Birbirimizi hiç tanımıyorduk ama Artvinli olmanın verdiği sıcaklıkla havayı hemen ısıttık. Öncelikle kendimi tanıttım. Bu söyleşiyi neden yapmak istediğimi açıkladım. Bu ailenin Artvinli olduğunu duyanların merak ettikleri hususlara açıklık getirmek istiyordum.

Söyleşiye başlamadan önce Zülfü Livaneli’ye iletilmek üzere bir paket kitap, dergi ve gazeteyi sundum. Aslında bu paketi, TV çekimleri sırasında Livaneli’ye götürmüştüm. Kendisiyle ilgili yazılarım olan yayınlarla, değerli araştırmacı M.Adil Özder’in Artvin’le ilgili kitapları da vardı bu pakette. Ancak, Livaneli program bitmeden ayrılınca, kendisine verme fırsatı bulamamıştım.

Mustafa Sabri Livaneli’ye de Artvin’le ilgili kitap ve yayınları getirmiştim. Bu arada, yeni çıkan Taner Artvinli’nin hazırladığı kapsamlı “Yusufeli” kitabından da söz açtım. Bu kitapta, Livaneli’nin dedesinin köyü Bıçakçılar’da tanıtılıyordu. Söyleşiye bu köyden başlamak istedim.

-Ailenizin çıktığı Yusufeli Bıçakçılar köyü hakkında bilginiz var mı? Dedeleriniz bu köyden nasıl ayrılmış?

-Öncelikle getirdiğiniz kitaplar için teşekkür ederim. Artvin’i hiç görmedim. Babam da görmedi. Yöre ve köyümüz hakkında bildiklerimiz çok az. Çünkü babam 10 yaşındayken dedem ölür. Daha baştan almak gerekirse, 93 Harbi başlamadan Bıçakçılar köyündeki dedemin babası, Erzurum’daki başkumandan Ahmet Muhtar Paşa’ya mektup yazar. Bu mektubu küçük oğlu Ömer’e vererek acele Erzurum’a götürmesini ister. Genç bir delikanlı olan Ömer, atla Erzurum’un yolunu tutar. Ertesi gün Artvin ve Yusufeli işgal edilir. 43 yıl süren bu işgal döneminde Ömer köyüne dönemez. Bir delikanlı olarak Yusufeli’den ayrılan dedem Ömer’in Artvin dışındaki yaşam öyküsü böylece başlamış.

-Daha sonra neler olur?

-Erzurum’daki Ahmet Muhtar Paşa, mektup getiren genç Ömer’i yanına alıp, bırakmaz. Getirdiği mektupta olasıdır ki, Rusların işgal hazırlıkları haberi vardır. Ömer, başarısı nedeniyle, savaş sonrası Harput redif taburuna mülazım olur. Orada evlenir. Ulukent köyüne yerleşir. Tek erkek çocuğu Zülfikar, askeri rüştiyeye başlar. Daha on yaşında iken babası Ömer ölür. Askeri lise Harput’ta olmadığı için dul kalan annesi, tek çocuğunun kendisinden ayrılıp başka yerde okumasını istemez. Büyüyünce Elazığ adliyesinde zabit katipliğine başlar. Mesleğinde ilerler. Sınavlara girerek hakim olur. 1948’e kadar bu görevi yapar. Annem Emine Hanımla evliliğinden üç erkek çocuğu olur. Sadettin, Gökhan ve ben. Üçümüz de baba mesleği olan hukukçuluğu seçtik. Sadettin şu anda Ankara’da hakim, Gökhan Antalya’da avukatlık yapıyor. Bana gelince 43 yıl çalışıp 1983 de yaş haddinden emekli oldum.

-Çocukluğunuz, eğitiminiz  ve de görevlerinizden de kısaca söz eder misiniz?

-1918 de Elazığ’da doğmuşum. Babamın görevi nedeniyle çeşitli yerlerde okudum. Adana lisesini bitirdim. 1940 de Ankara Hukuk Fakültesinden diploma alarak, değişik yerlerde savcılık yaptım. 6 yıl Adalet Bakanlığında başmüfettişlik, Yargıtay başsavcılığı, Yargıtay üyeliği, daire başkanlığı görevlerimden sonra, Yargıtay I.başkan vekilliğinden emekli oldum.

-Soyadınızın bir öyküsü var mı? İlk kez kim, neden bu soyadı kullanmış?

-Yusufeli’den gelen dedem Ömer’e “Livaneoğullarından” derlermiş. Bunu aile lakabı olarak kullanmışlar. Soyadı kanunu çıkınca babam bu lakabı değiştirmemiş. Hatta benim eski nüfus cüzdanımda da öyle yazılıdır. Bakın, eski nüfus cüzdanımda öyle yazıyor. Sonra kısaltarak “Livaneli”ye çevirdik.

-Gelelim sizin çocuklarınıza. Zülfü Livaneli, Türkiye dışına taşan ünüyle herkes tarafından biliniyor. 2 yıl önce, Yusufelililer gecesinde, ortanca oğlunuz Av.Ömer Asım Livaneli ile kısa bir görüşmemiz olmuştu. Kızınız Seyhan Hanımı şu anda tanımış oldum. Küçük oğlunuzdan da söz ettikten sonra Seyhan Hanımı da okurlarımıza tanıtmak isterim.

-En küçük oğlum Ferhat İstanbul’da oturuyor. ODTÜ’si son sınıftan ayrılarak İsveç’e gitti. Orada müzik eğitimi aldı. Şu anda Kültür Bakanlığı Modern Folk Topluluğu’nu yönetiyor. Evlidir. Onun oğlu, torunumuz Murat’ı çok seviyoruz.

-Seyhan Hanım, burada olduğunuz için siz de kendinizden kısaca söz eder misiniz?

-DTCF’de okurken evlendim. Eşimin işi nedeniyle Ankara’dan ayrılınca okulu bıraktım. Sonra fark ders sınavlarını kazanarak, öğretmenliğe başladım. 5-6 yıl önce Kültür Bakanlığı HAGEM’de daire başkanı oldum. Şimdi genel müdür yardımcısıyım. Evli bir kızım ve de bir torunum var.

-Mustafa Sabri Bey, yeniden size dönelim. Zülfü Beyin müziğe nasıl başladığını anlatabilir misiniz?

-Ben biraz saz çalardım. Aile içinde kendi kendime. O sıralar Zülfü’nün müziğe karşı pek ilgisi yoktu. Bu işe bir rastlantı sonucu başladı. İlkokulu bitirince sana bisiklet alacağım demiştim. Okulu bitirdiği gün bisikleti almak için yola çıktım. Bahçelievler’den Ulus’a gidecektim. Caddede araba beklediğim sırada, hızlı gelen bir taksi bisikletli iki çocuğa birden çarptı. Bu feci kaza beni çok etkiledi. Ben iş seyahatlerine gideceğim, gözüm arkada kalacak, diye düşündüm. Hemen eve dönüp Zülfü’yi kaza yerine getirdim. Kan görmeye hiç dayanamaz. Çok üzüldü. O sırada kendisine söz verdiğim bisikleti alacağımı, ancak bundan vazgeçerse başka hediye ile ödüllendireceğimi açıkladım. Hemen bisikletten vazgeçti. Ertesi günü Konya’ya götürdüm. Bana saz yapan işyerine girdik. Zülfü için sipariş verdik. Oradan aldığımız sazı kendi kendine çalmaya başladı. Saz kurslarına gitmedi. Liseyi bitirince askere gitti. Askerlik sonrası bir ilaç firmasında tanıtımcılık ve Trabzon bölge müdürlüğü yaptı. Daha sonra, kardeşiyle birlikte Sihhiye’de kitapevi açtı. Çeviri eserler yayınlamaya başladı. O sıralar sağ-sol çatışmaları hızlanmıştı. Kitap deposu yakıldı. Sıkıyönetimli bir ülkede yaşamak onu huzursuz ediyordu. Lise arkadaşı Ülker’le evlenmiş Aylin doğmuştu. Onları da alarak İsveç’e gitti. Avrupa’da 15 yıl kaldı. Gitmeden önce İstanbul Unkapanı’nda birde kaset yapmıştı. Ama asıl müzik çalışmalarına Avrupa’da başladı. Orada kendini yetiştirdi, müzik eğitimi aldı.

-Yurtdışına çıkışını siz nasıl karşıladınız?

-Ben gitmesini istemedim. Ama engel de olamadım. Türkiye’deki huzursuzluklardan bıktı ve gitti. Birkaç kez yurda gelip döndüler. Türkiye’yi seviyor ve çok özlüyordu. Sokaklarının çamurunu, hamalların küfürlü bağrışmalarını dahi özlemişti. Bir ara yurda dönmek istedi. O sıralarda da, ben gelmesini istemedim.

-Siyasete girişine nasıl bir tepki gösterdiniz?

-Ben onaylamadım. O çok saygılıdır, izinsiz adım atmaz. Fikrimi söyledim. Türkiye’de siyaset cinnettir, partiler üstü kal dedim. Yıpratırlar, çamur atarlar diye uyardım. Fakat kendini feda ederek katıldı. Bunu bir memleket borcu olarak gördü.

-Zülfü Beyin başarısında elbette ki, sizlerin de payı var. İleride bu kadar ünlü olabileceğinin sinyallerini almış mıydınız?

-Kendime pay çıkarmak istemem. Ama evimizdeki saygı ve sevgi ortamında büyümek onu etkilemiştir. Annesi ve ben aynı şeyleri düşünür ve uygulardık. Eğitim ve öğretim bizce çok önemliydi. Dayak, azarlama, kavga nedir bilmezler.Çocuklarımızın kendi aralarındaki ilişkileri de çok güzeldi. Akşam yemeğinde hep bir arada olmak bir kuraldı. Yemek sırasında sorunlar tartışılır, çözümler bulunurdu. Yemek masamız bir açık oturum, bir okul gibiydi. Böylesine sevgi ve saygı ortamında yetişen çocuklardan beklenen de böyle bir sonuçtu. Başarı sinyalleri vardı. Çok güzel yazı yazıyordu, mektupları çok ilginçti. Okumayı çok seviyordu.

-Gençken kötü alışkanlıkları oldu mu?

-Hayır. Kahve, meyhane, kumarhane gibi yerleri hiç tanımadı. Okumayı öylesine seviyordu ki, top peşinde koşturmaya bile zamanı olmadı. Zülfü ile Asım arka odada yatarlardı. Geç saatlere kadar ışıklarının yandığını gördüğümde “geç oldu, uyuyun” diye uyarırdım. Biraz sonra ışıkların tekrar yandığını görürdüm. Bir süre böyle mücadele ettikten sonra ışıkları erkenden söndürdüklerini gördüm. Karyolanın altına battaniye serip, üstüne uzanarak mum ışığında kitap okuduklarını sonradan fark ettim. Okuduğu kütüphaneler dolusu kitap onu bugünlere hazırladı. Edebiyat merakı olmasaydı, sadece müzikle bu duruma gelemezdi.

-Zülfü adını vermenizin bir nedeni var mı?

-Var. Babama Zülfükar yerine kısaca Zülfü derlerdi. Oğlum dünyaya gelince ben yoldaydım. Babam, oğlumun doğduğunu müjdeledi. Ben de izin verirsen senin adını koyalım dedim. Zülfü 20 Haziran 1946 da doğmuştu. İlginçtir, babam da yıllar sonra 20 Haziran günü vefat etti. 2 Temmuzda doğan kinci oğlum Asım’a da kayınpederimin adını koyduk. Rastlantıya bakın ki, kayınpederimin ölümü de o güne denk geldi.

-Artvin’de, miras yoluyla ailenize kalan bir şey var mı?

-Hiçbir şey yok. Tek bildiğimiz, oradaki dedemiz Yusuf Ağanın (Topal Yusuf derlermiş) oğlu Ömer’le acele Erzurum’a mektup gönderdikten sonra 24 saat içinde savaşın başladığıdır. Yakınlarımızın çoğu şehit olmuş. 43 yıllık esaret dönemi bitince Ömer Dedemizin küçük kardeşi Süleyman, babamı Elazığ’da bulup görüşüyor. Daha sonra köyüne dönüyor. Yusuf Ağanın en büyük oğlu Mehmet’in öğrenim için Rusya’ya gittiğini, bir kardeşinin de özürlü olduğunu biliyoruz.

-Köyünüzü anımsatacak bir eşya, bir obje de mi yok?

-Ne yazık ki yok. İlk zamanlarda giden olmadı. Artık çok geç. Ben uzun yola dayanamıyorum. Kızım Seyhan 1990’larda Artvin’den geçmiş. Hopa’da bir gece kalmış. Zülfü ile Ömer Asım da oraları gördüler.

-Benim bildiğim Zülfü Bey, bu yıl Artvin’e gitti. Kafkasör’de verdiği konseri TV’den izledik. Umarım bu ilgisi sürer, uzun yıllar kopuk olan ilişkiler giderek güçlenir. İnsanların köklerine ulaşması hoş bir duygu. Sanatçılar için bu daha önemli olmalı.

(Bu arada kapı çalıyor. M.Sabri Beyin eşi geliyor. Beni evde karşılayamadığı için üzüntüsünü belirtiyor. Bir yakını için yaptırdığı mezarı teslim almaya gitmiş. Söyleşinin uzun sürmesine sevinip, beni oldukça içten karşılıyor. Onu da Seyhan Hanım gibi çok genç buluyorum. Zülfü Beyin annesi ne kadar da gençmiş derken hemen düzeltme yapıyor. Onu ben doğurmadım ama aramızda özlük üveylik yok. Hepimiz birbirimizi çok sever ve sayarız.. Güllük gülistanlık bir yaşantımız var, diyor. Bu arada M.Sabri Bey açıklama yapıyor):

-İlk eşim Şükriye, Konya Ilgın’dandı. İkinci eşim Şükran’la 1968 de evlendik. Ailesi Kastamonu Araçlı ama kendisi bilmez. Orada yaşamamış. İlk eşim öldükten sonra, ben çocuklara hem ana hem de baba oldum. Zülfü evlenip ayrıldıktan sonra ikinci evliliğimi yaptım. Evdeki üç çocuk anne sevgisinden yoksun kalmadı. İlişkilerimiz çok iyiydi. Şükran Hanımın ilk evliliği oluşu dolayısıyla da üvey çocuğunun bulunmayışı, benim çocuklarımı öz ana gibi bağrına basmasını sağladı.

-Torunlarınızla aranız nasıl? Zülfü Beyin kızı Aylin’i ben çok beğeniyorum.

-Aylin bizim ilk gözağrımız. Biz de çok seviyoruz. Küçükken ona “Kibar Aylin” derdik. İstanbul’a gittiğimizde onun odasını bize verirlerdi. İçeri girip bir şey alması gerektiğinde kapıyı vururdu. Çok kibar, ince ruhlu bir kızdı. Hala da öyle, saygılı ve sevimli. Bizi sık sık arar. Zülfü ve eşi Ülker’de hafta geçmez telefon açarlar. Gelinimizi de Zülfü kadar severiz.

-Aylin’in şarkıcı olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Kendi tercihidir. Biz doktor, gazeteci gibi farklı meslekler düşünürken, o müziği seçti. Pop müziğine pek ilgim yok ama o Türk adını dünyaya duyuruyor. Başarısından gurur duyuyoruz. Esas beni sevindiren Milliyet gazetesinde haftada bir yazıyor olmasıdır.

-Şimdi yurtdışında yaşıyor sanırım.

-Hayır, Tolga’dan ayrıldıktan sonra anne ve babasıyla İstanbul’da oturuyor. İşi gereği yurtdışına gidip geliyor.

-Yurtdışındaki başarılarını neye bağlıyorsunuz?

-Aylin çok kültürlüdür. Dört dili anadili gibi biliyor. İtalyanca, İsveççe, İngilizce. Müzik yeteneği ve eğitimi de var. Başarılı olması çok doğal.

-Aylin’e başarılar diliyoruz. Gelelim, gurur kaynağımız Zülfü Livaneli’ye. Önce UNESCO büyükelçisi olduğunu, daha sonra kuruluşun genel direktörü Federico Mayor’dan aldığı yazı ile UNESCO’yu Türkiye ve dünyada temsil etme yetkisiyle donatıldığını, basından öğrendik. Böyle bir evlat sahibi olmak nasıl bir duygu?

-Elbette çok gururlanıyoruz. Şimdiye kadar 40 ödül aldı.O, yurtdışında iken ödüllerini bana verirlerdi. Artık kanıksadım.

-Bu ödüller, sanırım hep manevi değer taşıyor. Maddi değeri olan ödül de var mı?

-Hayır. Ama Birleşmiş Milletler pasaportunun değeri maddiyatla ölçülmez. Gururla okuduğum pasaportta şöyle yazıyor: “Bizim büyükelçimizdir. Dünyanın hangi ülkesine giderse gitsin kolaylık ve saygı gösterilmelidir.” Dünyayı bu pasaportla dolaşıyor, vize sorulmuyor.

-Livaneli’nin, Balkan Ülkeleri Edebiyat Ödülünü “Engereğin Gözündeki Kamaşma” adlı romanıyla aldığını, Dünya Aydınlar Birliği’ne üye 12 kişiden biri olduğunu biliyoruz. Bu konuda söyleyecekleriniz var mı?

-Dünyadan 12 kişinin seçildiği bu birliğe Türkiye’den Yaşar Kemal ile Zülfü Livaneli uygun bulunmuş. İlk toplantı Kırgızıstan’da düzenlenmiş. Bu 12 kişinin tunçtan heykelleri yapılarak, Süleyman Demirel’in de katıldığı bir törenle açıldı. Yazar Cengiz Aymatof’un da aralarında olduğu, bu seçkin insanlardan birinin babası olmak çok gurur verici.

-Zülfü Bey liseden sonra Türkiye’de kalıp bir üniversite bitirseydi, yani yurt dışına çıkmasaydı, bugün nerelerde olurdu?

-Edebiyat öğretmeni veya yazar olabilirdi. O zamanlar, benimde istemediğim yurtdışına çıkışı, bazı sıkıntılar çekişi, onu yetiştirdi. Dil öğrendi, dünya görüşü gelişti. Değişik kültürleri tanıma fırsatı buldu. Onu bu duruma getiren bunlardır.

-Ankara’ya her geldiğinde sizinle görüşebiliyor mu?

-Herhangi bir program için geldiğinde ekipten kopamıyor. Dostları onu bırakmıyor. Bize uğramak için zor fırsat bulur. Bazen de geç saatlerde bizi rahatsız etmekten kaçınır.

-Bildiğimiz kadarıyla Artvin’de akrabalarınız kalmamış. Peki Artvinli dostlarınız var mı? Yaşıtınız ve meslektaşınız Muammer Yazar ile Yüksek Hakimler Kurulu Başkanı Mahzar Budak’ı tanıdığınızı sanıyorum.

-Elbette tanıyorum. Muammer Yazar’ı iyi tanırım. Mahzar Budak’la uzun yıllar beraber çalıştık. Milletvekili olan kardeşi Naci Budak’ı da tanırım. Adalet Bakanlığında müfettiş olan Adnan Cengiz de

Artvinli dostlarımdandır.

      -Gitmemiş olsanız da Artvin’i nasıl hayal ediyorsunuz?

      -İsviçre’ya benzediğini düşünüyorum. Ormanlar arasında, içinden Çoruh’un geçtiği, doğal güzellikleriyle ünlü bir yer olarak hayal ediyorum. Sadece ormanlarıyla değil, yaylaları, dağları, bağı bahçesi ve meyvesiyle belleğimde canlanıyor.

      -Böyle bir yöreden olmak nasıl bir duygu?

      -Çok gurur verici bir duygu. Artvinli olmaktan, herkes gibi ben de övünç duyuyorum. Orada yaşamak isterdim. En azından bir mevsim kalmak hayalimdi. Ama koşullar elvermedi.

      -Artvin’in sorunlarını ne ölçüde biliyorsunuz?

      -Sanırım öncelikle yol sorunu var. Ekonomik durumunun gelişmesi için bazı projeler gerekli. El sanatları, halıcılık, arıcılık, hayvancılık kalkınmasını etkiler diye düşünüyorum. Yayla turizmine önem verilmeli. Su sporları için uygun olan Çoruh turist çekebilir.

      -Zülfü Beyin de üzerinde durduğu siyanürle altın çıkarılması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

      -Doğaya, çevreye zarar verilmesine karşıyım. Ben teknik adam olmadığım için dünyada bu nasıl uygulanıyor bilemiyorum. Ancak uzmanlar da bu konuda ikiye ayrılmış. Kimi zararı yok diyor, kimi de olmaz diye diretiyor. Altın yeraltında kalmamalı. Ülkemize katkı sağlamalı. Ama çevreyi bozmadan çıkarmanın yolları bulunmalı Zülfü yanlış yazmaz. O neyi savunuyorsa, doğrudur.

      -Artvinlileri nasıl tanıyorsunuz?

      -Tanıdıklarımın hepsi de sağlam karakterli, mert, dürüst ve kültürlü insanlardır. Eğitime düşkündürler. Okuma oranı % 98. Özellikle bayanları okutmaya çaba gösteriyorlar. Bağnaz değiller. Artvinli okumuşlar, Türkiye’nin dört bir yanında hizmet vermektedir.

      -Sn.Livaneli, daha çok söyleşmek isterdim ama akşam oldu. Sizinle ve ailenizle tanışmak beni mutlu etti. Pazar gününüzü tümüyle bu söyleşiye ayırdığınız için size teşekkür ediyorum.

      -Bir hemşehrimle tanışıp söyleşmekten memnuniyet duydum. Yeniden görüşmek dileğiyle, ben de size teşekkür ediyorum.

ETİKETLER :

ÖNERİLEN HABERLER

2025 KUTLAMA TV+ BANNER AKBANK Arhavi Çay Bisse Erkek Giyim
30.Ağustos-3 30 Ağustos-2 30 Ağustos-1